Loş ışıklı taş evlerin,
Dalgaları kıyıya vuran
Ve soluma şarkılar mırıldanan denizlerin,
Soluk soluğa fırtınalara karışan atların, nal seslerindesin!
Dibindesin ölü düşlerin!
Fakat nasıl bir his ise bu,
Aynı anda göğün bile göğsündesin…
Derin anlamların düz yazıldığı,
İnsanların ruhlarını kalbinden indirip, gövdesinde taşıdığı zamanların isyânısın belkide…
Sâhi nasıl anlatılıyordu hikâyeler?
Gözden öze, dilden gönle nasıl gidiliyordu?
Zülüfleri gözlerine düşmüş, gözleri edebe, edepleri sevdaya dalmış kızlar nasıl ninniler söylüyorlardı büyümekte olan sevdalarına!
Nazik seslerin, ince kelimeleri, keskin bir kılıç gibi nasıl da biçiyor kalpleri!
Kimse doğmayı düşünmüyor küllerden güllere doğru…
Tekerrür üstüne tekerrür geliyor,
Bayatlatıp küfe çeviriyor beyinleri!
Sâhi kim bu kadar istiyor, yücelmek var iken esfelessafiline düşmeyi?
Albatrosların kanatlarında,
Kumruların muhabbetinde,
Kartalların pençelerinde,
Ve serçelerin ürkekliğindesin…
Kızıl bir Sükut,
Karanlık Bir Çığlık, Pervasız bir sarhoşluk, Genzi yakan bir Mayhoşluksun Tefekkür kadehimde.
Canımızın köşesinden Canlar canına bir yol uzuyor
Uzadıkça karanlıklara gark ediliyor dünya sürgünümüz!
Yalın Bir türkü,
Kasım sarılığında Bir İsyan,
Kül rengi bir nisyân oluyor İnanç!
Bunca zulme mi insandaki bu anlamsız Kıvanç!
Kaldır ruhunu muhabbet asasıyla gökleri aç…
Yürekler inanca , Umuda, güvene aç!
Dibindesin inciten dillerin.
Aynı anda kanadındasın anlatılmaz bir sevginin.
Cehennem kadar sıcak,
Cennet kadar serin,
varlığın, varlığımdan derin!
Belkide lütfusun iniltili günlerin.
Ve sesisin sessizliklerin…
Fazile Aşar Aydınalp